GARİP BİR KÖŞE

Garip Bir Köşe

 

Vazgeçilmiş, terk edilmiş, hunharca katledilmiş bir köşe olduğunu düşün.

Katmerli, heybetli, tekraren büyüyen, genişleyen şehirler, köyler, semtler, sokaklar içinde; sadece bir köşesin! Kaldırım tam burada çökük, kırık ve eski… İnsanlar gelip geçiyor üzerinden… Sonbaharın şiire benzettiği sokaklardan sonra sana uğramış kuru yapraklar… Bir öbek hâlinde ve yarı ıslak; kokmuş, çürümüş biraz da ezilmiş vaziyette senin yanındalar. Bu pespaye varlığına onlar da eşlik ediyor; âdeta seni tamamlıyor bu sefalette…

Öyle büyük ve gösterişli bir köşe değilsin de… İki insan karşılaşsa yol tıkanıyor. En ağır aksak adımlar bile senin üstünden geçerken hızlanıyorlar. Bu teklifsiz manzaraya uğramaları, mecburî bir güzergâh olduğun zamanlar dışında pek mümkün olmuyor. Bu zarurî geçiş sürecini de olabildiğince kısa tutacak geniş ve hızlı adımlar kullanıyorlar.

Sen garip bir köşesin!

Yağmur sende çamura dönüşüyor. Bir de kar yağarsa öyle beyaz örtü falan değil sendeki… İklimin de buna müsait değil… Buz, kar ve toprak bulamacıyla daha da sevimsiz oluyorsun. Bir yanın kuzeydoğuya bakıyor. Soğuk mevsimlerde poyrazın eksik olmaz. Öyle bir eser ki tam üzerine, sokak kedileri bile günün dörtte üçlük uyku diliminin bir dakikasını sana harcamıyor.

Mesela güvercinlere yem verilen bir meydan kadar ruha dokunmuyorsun. Etrafında ağaçlar ve çalılarla desteklenmiş bir patika  gibi masal anlatan bir tarafın da yok! Çorak zeminlerde bile sende olduğundan daha fazla yeşerme ümidi var. Bütün güzellikler sende çileye benziyor git gide…

Yağmur, bir yerlere bıraktığı damlalarıyla Hacı Arif Bey’den Bakmıyor Çeşm-i Siyah Feryâde’yi çalıyor, nihavendin dinginliğinde hicazın hüznünü anlatıyor kuşlara, taşlara, yollara… Bir yerlerde rüzgâr, almış tüm hâkimiyeti kendine, Mozart’tan 40. Senfoni’yi ‘adagio’ uyarlamasında tabiata sunuyor. Senden başka köşelerde ve bu köşelerin bağladığı sokaklarda, caddelerde Faruk Nafiz Çamlıbel’den Han Duvarları‘nı okuyor fırtına… Tekinsiz ayak seslerinde bile o sokaklar, tüm ihtişamıyla hiç değilse bir Monet tablosu; bazen de tüm keşmekeşiyle bir Dali rüyasını görüyor. 

Sende durum hiç de böyle değil.

Yağmur seninleyken; tahtakurularının yediği ahşap evlerde, çürümüş ve nemle karışmış atıkların kokusuyla birleşiyor, akıtan damların iç mekânlarda yarattığı o soğukluk ve rutubetle, nihayetinde eklem iltihabının verdiği sızlamaya benziyor. 

Rüzgâr seninleyken; bütün yapraklarını güzden dökmüş çıplak bir ağacın en zayıf dalında tek başına kalmış o dermansız yaprağı, düştü düşecek korkusunda hapsediyor. Bu manzara, gözlere aksettirdiği üşümek öfkesini anlatıp duruyor saatlerce. 

Gece bir yerlerde, gündoğumunun özlemini kızılımsı bir karanlıkla bahşediyor sakinlere… Ilıkça bir iklimde mevsimi unutturuyor, mevsimin önemi de kalmıyor bu ölçülü serinlikte… Sesin ve sessizliğin böyle uyumlu yankılandığı caddelerde, öncesini ve sonrasını düşünmenin telaşı da kalmıyor. Sadece o anın tadında, ılık, serin, bulutsuz, dingin ve mevsimsiz bir hayat bırakıyor gece.

Bir yerlerde gündüz, güneşle buluşan çiy tanelerinin erirken ısıttığı gökyüzünü cömertçe açıyor; geceyi özlemde bırakan âşıklara… Güneş, ağırlığını öyle bir hissettiriyor ki yollara, yollar ilkbaharla ilikleniyor; tam eksende asflatı delmiş bir ot, yol kenarlarındaki çayırlara ulaşamayacak olmanın verdiği kederi unutuyor serpilen ilk gün ışığında… 

Gece seninleyken; en tutsak ruhların çürüyen bedenlerindeki acıyla boyuyor gökyüzünü… Her yanı yara bere içinde kalmış bir vücut, acı korkusuyla hareketsiz ve devasız bir tutsaklıkta nasıl ki yaşamak fikrini öldürüyorsa; bedeni terk etmiş bir ruhun çürüyen kemiklerinde, acıyla yaşamak bedelini ödetiyor . Gece sende, kederli gönüllerin ümide en uzak olduğu o çukurlukta, titreten bir sessizliğe bürünüyor. 

Gündüz seninleyken; gecenin bıraktığı tahribatı gözler önüne seren ürkütücü aydınlığı giyiyor üzerine. Şarkısız, türküsüz, şiirsiz, romansız, sıcaksız, soğuksuz ve kederli bir aydınlık… Sabahın gelişine zulmeden bir isyankârın sözlerini ezber yapıyor kuşlar. 

Sen garip bir köşesin.

Çamurlu, dar, soğuk, tutsak, yalnız, terk edilmiş, hor görülmüş, sevimsiz, karanlık bir köşe…

Ne yapmıştın ki?

Sevmemiştin her şeyden önce…

Sevmekle genişleyen kalbi, sevmemekle dar etmiştin. Geniş caddeler ve sokaklar arasında daracık bir köşeye benzemiştin.

Cömert bir ruhun da yoktu. Vermemiştin kimseye…

Gitgide vermediklerin sende işe yaramaz bir birikime dönmüş; sana bile hayrı dokunmayan bir çöplük olmuştu. Çürük ve ezik yaprakların tomarına benzemişti.  

Hoş sözlü değildin sen! Kırıp dökmekti ibadetin…

Kapın çalınmaz, hatrın sorulmaz, yüzüne bakılmaz bir karanlık yaymıştın çevreye… Poyrazından, çürük kokusundan, balçık zemininden hızlı adımlarla geçilen bir köşe gibi herkes uzaklaştı senden…

Merhameti bırakmıştın çocukluğunda… Sevgi dolu bir okşayış yoktu ellerinde… 

Kimse yamacına sığınmamış, güven ve sükunet özlemini seninle gidermeye çalışmamıştı. Kapı eşiklerinde, araba lastiklerinde, kaldırım kenarlarında, soğuk çimenlerde bile uykuya dalan kedilerin uğramadığı bir köşe oluvermiştin.

Kimsenin derdine derman olmadın!

Bir gönlü hoş etmeye bile yeltenmeyen katı yüreğin, sonsuz bereketlerle dolu âlemde bereketsiz bir haneye çevirdi seni… Yağmurun  yağmadığı kuraklığa, yağmurun yakıp yıktığı tarlaralara benzedin sonunda…

Hak yedin, haksızlık ettin!

Kendi haksız yargılarında kim varsa ezip geçtin. Korku ve endişede bıraktın sana bel bağlayanları. Rüzgârın o son yaprağa verdiği eziyeti andırdı bakışların…

Allah’ı da unuttun!

Allah’ı tanımayan bir suretin karanlığını yaydın çevreye. Ne kadar husumet varsa yüzündeki karanlıktan yansıyordu âleme. Bu yüzden ki seni gören, senin hayatına temas eden kim varsa toprak altında çürüyen bedeni bırakamayan ruhun acısını verdin durdun. İnançsız bir kalbin verip vereblieceği bu değil miydi?

Allah’ı da unuttun!

Allah’ı tanımayan bir suretin tenha aydınlığını yaydın çevreye. Ne kadar yalnızlık varsa yüzündeki sahte aydınlıktan yansıyordu âleme. Bu yüzden ki seni gören, senin hayatına temas eden kim varsa aydınlığa zulmeden bir isyankârın sözlerini ezber yaptı. Tıpkı gecenin tahrip ettiği köşelerde yalnızlığı anlatan kuşlar gibi… İnançsız bir kalbin verip verebileceği bu değil miydi?

Garip köşe!

Sana zalim köşe, hain köşe, ruhsuz köşe, kalpsiz köşe de diyebilirdim. Ama sen garip bir köşesin! Tüm bu zulümlerin sadece sende ve sana gelende bu kabûs dolu sahneyi canlandırıyor. Senin dışında kalan evrende yağmur, bir yerlere bıraktığı damlalarıyla Hacı Arif Bey’den Bakmıyor Çeşm-i Siyah Feryâde’yi çalıyor, nihavendin dinginliğinde hicazın hüznünü anlatıyor kuşlara, taşlara, yollara… Bir yerlerde rüzgâr, almış tüm hâkimiyeti kendine, Mozart’tan 40. Senfoni’yi ‘adagio’ uyarlamasında tabiata sunuyor. Senden başka köşelerde ve bu köşelerin bağladığı sokaklarda, caddelerde Faruk Nafiz Çamlıbel’den Han Duvarları‘nı okuyor fırtına… Tekinsiz ayak seslerinde bile o sokaklar, tüm ihtişamıyla hiç değilse bir Monet tablosu; bazen de tüm keşmekeşiyle bir Dali rüyasını görüyor.

Ne yapmalıydın ki?

Sevmeliydin her şeyden önce…

Sevmekle genişleyen kalbin, geniş yolların verdiği ferahlığı iliştirmeliydi gönülllere…

Vermeliydin; cömert kalbinin büktüğü boynunla herkese vermeliydin!

Yeşil ve sarı yaprakların rüzgârda nağmeli savruluşunu andırmalıydın. Yapraklar çürümüş bir yığın olarak değil, senden ona, ondan başka başka yollara uğramalıydı.

Hoş sözlerin sahibi olmalıydı dilin ve sesin:

Hızlı adımlarla mecburi geçişlerin yapıldığı bir köşe değil de; en tatlı ve sevgi dolu buluşmalara tanıklık eden bir köşeye benzemeliydin.

Merhametli olmalıydın:

Kediler bile uyumak için güven duygusuyla bezenmiş kaldırımlarını tercih etmeliydi. Sevgi dolu okşayışları senin toprağında tatmalıydı hepsi…

Derde derman vermeliydin:

Gönüllere üfleyen sözlerin etrafa bereket dolu yağmurların nahifliğini yaymalıydı.

Hakkı gözetmeliydin:

Ilıman rüzgârların yüze çarptığında yarattığı tatlı ve yumuşak okşayışları taşımalıydı yolun. O son yaprağı incitmeden, korkutmadan (hakkını vererek) yollamalıydın diğer yaprakların yanına…

Allah’ı hatırlamalıydın:

Gecenin karanlığında bile ümidi, huzuru vermeliydin bedenlere, ruhlara…

Allah’ı hatırlamaydın:

Gündüzün aydınlığında yeniden yeşermenin neşesini anlatmalıydın yoldaki otlara…

Ah garip köşe!

Garipsin; kendi öfkende ve nefretinde tükettin tüm latif duyguları…

Çürük yapraklarını kaldırıp at, kırık kaldırımların taşlarını yeniden diz, birkaç ağaç dik yamacına, poyrazı dindirsin, ılıman bir iklime benzetsin seni. Genişlet sınırlarını, sende buluşsun özlem dolu gönüller… Kediler sende uyusun, bahar çiçeklerinin yaydığı kokulara beze her yanını… Fakat işe önce;

Sevmekle başla!

 

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: